Fransız İhtilali ve sonrasında gelişen milliyetçilik akımları ile birçok imparatorluk ve krallık siyasi ömrünü tamamlamış ve yerlerini üniter yapılarıyla ulus devletlerine bırakmışlardır. Osmanlı Devleti de bu yıkım ve dağılmalardan nasibini almıştır.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile Doğu Akdeniz’e kıyısı olan birçok ulus-devlet ortaya çıkmıştır. Bu devletler yakın tarihimizde ve günümüzde güçlü müttefikleri sayesinde Doğu Akdeniz’de söz sahibi olmuşlardır. Denizaltı kaynakların bulunmasına ve çıkarılmasına yönelik teknolojik buluşlar arttıkça, bölgede keşfedilen doğalgaz ve petrol yatakları Doğu Akdeniz’e yeni bir önem katmıştır. Ayrıca Doğu Akdeniz; Uzak Doğu’yu Avrupa’ya bağlayan Süveyş Kanalı, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan İstanbul Boğazıyla bölgenin tam ortasında konumlanmış durumdadır. Doğal bir uçak gemisi ve liman olan Kıbrıs adasıyla geniş bir ticaret ağına sahiptir. Libya, Mısır, İsrail, Lübnan, Suriye, KKTC, GKRY ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kıyısı bulunmaktadır. Bu ülkelerin yanı sıra ABD, Rusya, Güney Kore, Fransa ve İngiltere’nin bölgede bulunan petrol arama ve çıkarma şirketleri sayesinde varlık göstermektedir. Ülkemiz de son yıllarda yaptığı çalışmalar ve izlediği politikalarla bölgede etkin bir rol oynamaktadır. Bu durum kendisini dev aynasında görenlerin siyasi atmosferi germesine neden olmaktadır. Ancak Türkiye yerinde ve zamanında diplomasisiyle, kahraman ordusuyla ve gece gündüz Akdeniz’de damla damla gezen 3 sondaj, 2 sismik arama gemisiyle bölgedeki haklarını sonuna kadar korumaktadır.
TÜRKLERİN DOĞU AKDENİZ TARİHİ
Tarihte birçok medeniyet Doğu Akdeniz’e kıyısı olan topraklarda hüküm sürmüştür. Şüphesiz, bu durum Doğu Akdeniz’in bugün olduğu gibi geçmişte de oldukça önemli olduğunu gözler önüne sermektedir. Bölge, üzerinde oynanan güç dengeleri sayısız kara ve deniz savaşına vesile olmuştur. İslamiyet’in tebliğ edilmesinden sonra VII. yüzyılda Emeviler’in kuruluşundan itibaren Müslümanlar, süratle denizciliğe önem vermeye başlamışlar ve ardından bazı kuzey sahilleri hariç Akdeniz’e asırlarca hükmetmişlerdir. Ancak XII. ve XIII. yüzyıllardaki Haçlı Seferleri, donanma faaliyetlerinin İslam aleminde uzun süre aksamasına sebep olmuştur. XV. yüzyılın sonlarından itibaren bir deniz imparatorluğu olarak gelişmeye başlayan Osmanlılar, deniz hâkimiyet teorisinin temelini oluşturan ünlü Türk Amirali Barbaros Hayreddin Paşa’nın “Denizlere hâkim olan cihana hâkim olur” özdeyişini hayata geçirerek denizci bir millet olma yolunda ilerlemiştir. Tahta geçen her Osmanlı Padişahı Akdeniz’e büyük önem vermiştir. Verilen bu öneme istinaden nihayet XVI. yüzyılda, Kanuni Sultan Süleyman devrinde Osmanlılar, Akdeniz’in neredeyse tamamına egemen olmuştur. Osmanlı Donanması, XVI. yüzyıldan XVII. yüzyıl ortalarına kadar Karadeniz ile Akdeniz’in hâkimi olarak denizlerde seyretmiştir. XVII. yüzyıl da Venedikliler, Osmanlı Donanması’nın çağa ayak uyduramamasından istifade ederek, Doğu Akdeniz’de tekrar üstünlük sağlamışlardır. Osmanlı Donanması’nda çağın modernizasyonu sağlanıp kalyon devri başlatılınca, Akdeniz’de yarım asır süren Venedik üstünlüğü tekrar son bulmuştur. Doğu Akdeniz’de Osmanlı Devleti’nin üstünlüğü XIX. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiştir. Fakat Osmanlı Devleti’nin özellikle de batılı ülkelerin teknolojik ve sanayi bakımdan hızla ilerlediği dönemde denizcilik olarak da geri kalması Doğu Akdeniz Bölgesi’nde büyük kayıplara neden olmuştur.
KITA SAHANLIĞI VE EGE SORUNU
Günümüzde Türkiye’nin en büyük gündem konularından biri olan Ege sorunu üç kategoride özetlenebilir. Bu sorunların birinci grubu, deniz yetki alanları; ikinci grubu hava sahası, üçüncü grubu da adaların hukuksal durumu ile ilgilidir. Son günlerde ilk kategori içerisinde yer alan “kıta sahanlığı” kavramını oldukça sık duymaktayız.
Dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlası okyanus ve deniz kıyılarında yaşamaktadır. Bu nedenle dünyada yüz elliden fazla kıyı devleti bulunmaktadır. Bu devletlerin kurulmasında okyanus ve deniz kıyılarının cazibesinin yanında, denizlerin ekonomik anlamda sunmuş olduğu olanakların payı da oldukça büyüktür. Denizler, her ne kadar coğrafi ve fiziki bakımdan bir bütünlük arz etseler de hukuki bakımdan deniz tabanları, nitelikleri ve tâbi oldukları rejimler itibariyle çeşitli alanlara bölünmüştür. Devletler için bu alanlardan en önemlisi şüphesiz kıta sahanlığıdır.
Kıta sahanlığı bir devletin, kara ülkesinin denizin altında oluşturduğu doğal uzantısıdır. Yani yalnızca denizi değil deniz tabanını ve onun altındaki toprağı da kapsamaktadır. Kıta sahanlığı konusunda özellikle Türkiye’nin karşısında Yunanistan’a ait adaların bulunması bu sorunların çözümünde, birçok teknik hukuksal; çelişkili ve karşılıklı tutumlarla karşılaşmamıza sebep olmaktadır.
Kıta sahanlıkları ile ilgili önemli husus da petrol ve gaz rezervleri bakımından zengin olmaları ve sıklıkla geniş balıkçılık alanlarına ev sahipliği yapmalarıdır. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda kıyı devletlerinin kendilerine tahsis etmelerine yol açmış ve bu durum kıta sahanlığının hukuki statüsünü, açık deniz alanlarının bir parçası olmaktan ve kıyı devletine münhasır olarak tanınmasına kadar geçen sürede tüm devletlerin kullanıma açık olmaktan yavaş yavaş çıkarmıştır. Uluslararası Deniz Hukuku bakımından denizler, kıyı devletinin hak sahipliğine göre kategorize edilmektedir. Bu kategoriler; iç sular, karasuları, bitişik bölge, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB), kıta sahanlığı ve açık denizlerdir. İç sular, kıyı devletinin tam egemenliği altında iken, açık denizler hiçbir devletin egemenliğine tabi değildir. Türkiye Karasuları Kanunu’nda kıyısının bulunduğu bütün iç suları tanımlamıştır. Dolayısıyla iç suları ile ilgili herhangi bir sorunu yoktur. Ne var ki iç suların aksine Ege Denizinde “karasuları ve kıta sahanlığı” sorunu yaşamaktadır. Yunanistan karasularının genişliği konusunda evrensel olarak tek bir kural olduğunu, bunun da karasularının genişliğini 12 mil olarak öngördüğünü ve bir örf ve âdet hukuku kuralı oluşturduğunu, dolayısıyla bunun Türkiye’yi de bağladığını söylemektedir. Karasularının genişliği konusunda Yunanistan’ın temel tezi budur.
“Karasularının genişliği ile ilgili genel bir kural yoktur”. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin üçüncü maddesinde karasularının en çok 12 mile kadar genişletilebileceği söylenmektedir. Öncelikle, Türkiye bu sözleşmeye taraf değildir. Madde hükmünün ifade tarzından duruma bağlı olarak daha az genişlikte karasularının söz konusu olabileceği hallerin varlığı da anlaşılmaktadır. Yine Türkiye, Ege gibi yarı kapalı bir denizde karasularının 12 mil olarak uygulanamayacağını söylemektedir. BMDHS md. 3 hükmünün örf ve âdet hukuku kuralı olduğu iddiası karşısında da Türkiye’nin sürekli itiraz eden devlet statüsünü kazanmış olduğunu söylenmektedir. Bu denizde, Türkiye ve Yunanistan karasularının genişliği 6 deniz milidir. Fakat Yunanistan bu denizin özel coğrafi şartlarını dikkate almaksızın 1982 BMDHS’ne atıfta bulunarak, karasularını 12 mile çıkarmak istemektedir. Türkiye ise, bu sözleşmeye taraf olmadığına vurgu yaparak Ege Denizi’nin bir yarı-kapalı deniz olduğunun altını çizerek, bu denizde sınır saptaması yapılırken hakkaniyet ilkesine göre hareket edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Ayrıca, Yunanistan’ın karasularını 6 milin üstüne çıkarmasının casus belli (savaş sebebi) sayılacağını açıklamıştır. Deniz yetki alanları ile ilgili olarak Türkiye ve Yunanistan arasında Ege’de yaşanmakta olan en önemli sorun kıta sahanlığı sınırının belirlenmesi konusudur. Ege Denizi’nde, kıta sahanlıklarının sınırı henüz belirlenebilmiş değildir. Yunanistan, adaların da kıta sahanlığı olduğu tezinde ısrar etmekte, Türkiye ise Ege kıta sahanlığının Anadolu kıtasının denizdeki devamı olduğu görüşündedir. Yunanistan, adalarının da kıta sahanlığı olduğu iddiasındadır. Ayrıca Yunanistan, III. Deniz Hukuku Konferansı’nda takımada devleti statüsünden yararlanmaya çalışmıştır. Takımada devleti statüsüyle yapılmak istenen aslında adaların en dış noktalarını birleştirerek içerde kalan suların hepsini takımada suları, yani egemenliğine tabii sular haline dönüştürmek düşüncesidir. Fakat konferans sırasında sadece adalardan oluşan devletlerin, takımada devleti olabileceği kabul edilince bu tezinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Ancak ülkesel bütünlük tezi çerçevesinde adaların da kara parçaları gibi karasuları olduğunu savunmaya devam etmiştir. Dolayısıyla, Türkiye haklı olarak “doğal uzantı” tezinden hareketle Ege kıta sahanlığının iki ülke kıtaları arasında çizilecek ortay çizgiyle paylaşılmasını istemektedir.
Doğu Akdeniz; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının merkezindedir Ortadoğu ve Asya’daki enerji kaynaklarını Avrupa’ya aktarmada kullanılan çok önemli bir kesişim noktasındadır. Süveyş kanalı sayesinde Ümit Burnu’ndan geçen güzergaha nazaran 7000 deniz mili daha kısadır. Bu nedenle Doğu Akdeniz en çok tercih edilen deniz rotalarını içerisinde barındırmaktadır.
Yıllık ticaret miktarının üçte biri Akdeniz havzası üzerinde olmaktadır. Yıllık dünya ticaret hacminin üçte birinin bulunduğu bu bölgede günümüzde ortaya çıkan anlaşmazlıklar, Doğu Akdeniz’de enerji kaynaklarının bulunması, kıyısı bulunan ülkelerin ve büyük devletlerin çıkarları doğrultusunda bu enerji kaynaklarından hak talep etmelerinden ortaya çıkmıştır.
Doğu Akdeniz’de toplam değeri yaklaşık 3,3 trilyon dolar olan 60 milyar varil petrole eşdeğer hidrokarbon bulunduğu değerlendirilmektedir. Bu değerlerden yola çıktığımızda, tüketim oranlarına bakarak, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervinin Türkiye’nin yaklaşık 572 yıllık, Avrupa’nın ise 30 yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyede olduğu anlaşılmaktadır.
MAVİ VATAN
Denizlerin öneminin geçmişten bugüne katlanarak arttığı mutlak bir gerçektir. Bu olgudan yararlanarak gelecekte, denizlerde muktedir olan devletlerin bugünden daha güçlü olacağı sonucuna varabiliriz. Bu sebeple “Mavi Vatan” güncel siyasetin üstünde bir kavramdır. Hangi görüşten olduğu fark etmeksizin, vatanını seven her bireyin büyük bir önemle üzerine düşmesi, kutsal görmesi, vazgeçilmez olarak nitelendirmesi gerekmektedir. Doğu Akdeniz’in üzerinde yaşadığımız, milletimizin kanıyla sulanmış vatan toprağından hiçbir farkı yoktur. Mavi Vatan, vatan topraklarımızdan ayrı bir pencerede düşünülmemeli ve kesinlikle taviz verilmemelidir. Tarih boyunca milletimize ev sahipliği yapmış olan denizlerimiz, bugün de önemi korumakta ve Türk milletine kucak açmaktadır. Mavi Vatanın bölünmez bütünlüğü muhakkak suretle korunmalıdır.